Din Kavramı
Öz Arapça’da din kelimesi, “usul,
alışkı veya tutulan yol” gibi anlamlara gelmektedir. Farsça’da “alışkı edinmek,
inanmak” gibi anlamlara gelirken Arami/İbrani dillerinde “hükmetmek, mülk,
yargı, hesap ve mükafat” anlamlarına gelir. Eski Yunanca’da ise “korku ile
karışık sevgi/saygı” manasına gelir.[1]
Batı’da ise Latince “religin/religio”
kelimesinden gelen kavram, “tekrar tekrar okumak, yapmak ve ihmal etmemek, bir
şeyi vazife edinmek” anlamlarına gelir fakat kelimenin kökeninin ne olduğu
konusunda fikir birliği yoktur.[2]
Kimi zaman afyon, kimi zaman
ulaşılması gereken nihai bilgi olan din kavramının genel bir tanımını yapmak
imkansız olsa da; tanım olarak, subjektif bir tutum sergilemeden, aşağıdaki
tanımı vermek istiyorum:
Din, birtakım inançlar, fiiller
ve cemaatin ortak tecrübeleriyle ve bireysel tecrübelerle inşa edilmiş; kendini
adamayı, ibadeti ve odaklanmış bir hayat istikametini ilham eden veya gerektiren
bir “nihai gerçeklik” tasavvurudur.[3]
Felsefe
Kavramı
Felsefe kavramı ‘philos’ veya
‘philia’ (sevgi) ile ‘sophia’ (bilgi, hikmet) kelimelerinden meydana gelmiştir.
Buna göre felsefe, “bilgi/bilgelik sevgisi” demektir. Çok yaygın olarak
karşılaşmadığımız bir eleştiri olsa da Alwin Diemer; ‘sophia’ kelimesi önce
“işbirlik, beceri, zeka, yapabilme gücü” gibi manalara geldiğinden kelimenin
öncelikle “tecrübeli olmaya istekli” olarak yorumlandıktan sonra genel kabul
edilen yoruma gidilmesi gerektiğini söyler.[4]
Çok esnek
bir kavram olan felsefenin de tamamen kabul gören bir tanımı yapılamadığı gibi muhtelif
filozofların tanımları çok ayrı uçlarda olabilmektedir. Kelimenin etimolojik
incelemesi dışında objektif bir tanımın yapılmasının neredeyse imkansız olduğu
felsefe kavramı için tanım vermeyi doğru bulmadığımdan tanımı size bırakıyorum.
Din-Felsefe
İlişkisine Giriş ve Düşünce Ortamı
Dinin sosyal ve bireysel
meselelerde kapsayıcı olma durumu, dinin Tanrı’dan bir vahiy olup olamayacağı
ve uhreviyatla ilgili sorular vs. filozoflarca sık sık tartışılmıştır.
‘Din-Felsefe İlişkisi’ bu konular arasında normal halka en çok sıçrayan
başlıklardan birisidir ve yazının ilerleyen bölümlerinde bu konu üzerinde
duracağız.
Batı dünyasından Augustinus,
İskenderiyeli Klement, Johannes Scottus Erigena ve Orígenes; din ile felsefeyi
uzlaştıran filozoflardan bazılarıdır. Doğu dünyasında da bu konuyu konuşan ilk
kişi İbn Rüşd değildir; örneğin Kindi, “…Peygamberin tebliğ ettiği vahiy ile
felsefenin işaret ettiği ve bizi kendisine yönelttiği hakikat bir ve aynıdır,
her ikisi de uyum ve birlik içindedirler.” görüşündedir.[5]
Din ile felsefenin beraber nasıl
değerlendirileceği tartışılsa da İslam dünyasında felsefe, Orta Çağ Avrupa’sına
nazaran çok daha hoşgörülü karşılanmıştır. Bunun İslami düşüncenin imani
esasları zedelemediği takdirde kişisel düşünceye verdiği özgürlük ve siyasi
otoriteyle dini otoritenin ilme verdiği destek gibi sebepleri vardır.
Farabi felsefeyi o kadar mühim
görür ki, her ikisini de faal akıl ile ilişki kuran seçkin insanlar olarak
gördüğünden peygamberler ile filozoflar arasında benzerlik kurar. Farabi’ye
göre aralarındaki küçük fark, peygamberlerin buna imgelem (muhayyile) yoluyla
ulaşırken filozofların düşünce ve nazarla ulaşmasından kaynaklıdır.
Vahiy ile felsefi düşünce
arasındaki ilişkiye dair çözümleme ilk olarak Mutezile kelamı içerisinde yer
bulmuştur.[B] Bu kelamın düşünürleri, Tanrı’nın tekliğinden yola çıkarak Tanrı
ile yarattıkları arasındaki her türlü benzerliği reddedip onun yarattıklarına
mutlak aşkın olduğunu ifade ederler.[C] Ayrıca Mutezile, kimi konularda, aklı
nakilden üstün görüyordu.
Bu rahat düşünme ortamında
düşüncenin yoluna taş koyduğu düşünülen Gazali –ki koymuştur- bile felsefenin
kendisine karşı çıkmamış, mantık ilminden yaralanarak filozofları eleştirip
felsefi görüşleri çürütme yoluna gitmiştir. Gazali; filozofların ilim
alanındaki çabalarını onaylarken metafizik görüşlerini reddetmiştir, bunun için
Yunan felsefesini izleyenleri hedefine alarak “Onların kesin olarak inandığı
şeyleri muhtelif yollarla çürüteceğim. Onları bazen Mutezile, bazen Vakıfiyye
mezhebine dayanarak susturacağım. Bu konuda özel bir mezhebe dayanarak hareket
etmeyeceğim. Aksine bütün akımları, fırkaları birleştirerek onların üzerine
yürüyeceğim. Çünkü diğer akımlarla fırkalar, çoğu zaman bizim inançlarımızın
tafsilatında (ayrıntılarında) bize aykırı davranmışlardır; bunlar (filozoflar)
ise dinin temel ilkelerine saldırmaktadırlar.” der.[6]
Felsefenin
İslam Dünyasına Girişi
Felsefenin İslam dünyasına
girmesi sancılı olmuştur. ‘Sancılı’yı zor veya uzun bir süreç olarak değil de ‘acı
verici bir süreç’ olarak anlamamız daha doğru olur.
Çünkü Muhammed peygamberin
ölümünden sonra İslam medeniyeti, yabancı kültür ve medeniyetlerle tanışmış ve
etkileşime girmiştir. Başlarda bu kültürel etkileşimin önüne geçilmeye
çalışılmış ama doğal olarak başarılamamıştır ve İslam dünyasında; peygamberin
ölümünden sonra -özellikle dini konularda- ortaya çıkan sorulmamış sorular,
ister istemez çözüm için muhakeme ile düşünüşe alan açılmasını zorunlu
kılmıştır. Yine bittabi Müslümanların tamamı bu soruların tek cevapları
üzerinde ittifak etmemişler, zamanla da yeni soruları kendi felsefelerine
muhtelif cevaplarla eklemişlerdir.
Bu düşünce etkinlikler sürecinde
kelam, açık felsefeye; tasavvuf, gizli felsefeye oluşma alanı açmıştır.[A]
Bu sancılı sürecin sonunda
Müslüman natüralistlere (Tabiiyyun) kadar açılan, geniş yelpazeli bir İslam
felsefesi oluşmuştur.
İbn
Rüşd ve Felsefesinin Zemini
İbn Rüşd, Meşşaîlik (Aristoculuk)
okulunun son temsilcisidir. Aristo’nun felsefi doktrinini makul bulup
doktrinlerine sadık kaldığı için İslam dünyasında ‘şarih (yorumcu)’, Latin
dünyasında ‘commentator’, Batı’da ise Averroes olarak anılmıştır. Averroes
ismi; Endülüs Yahudileri tarafından Aben Roşd olarak kullanılmış, İspanyollarca
Aven Roşd ve Latinlerce Averoes/Averroys olarak telaffuz edilmiştir.
Aristo’ya ve onun ortaya koyduğu
şeylere o kadar bağlıdır ki, onun için şunları söyler:
“Aristo, mantık ve metafiziği kurdu ve geliştirdi. Bunları o kurdu diyorum,
çünkü bu ilimleri üzerinde ondan önce yazılmış olan eserler bahsedilmeye bile
değmez ve onun yazdıklarının yanında çok sönük kalmaktadır. Bunları
tamamlamıştır diyorum, çünkü ondan sonra günümüze gelinceye kadar –yani, 15
asırdır- hiç kimse onun yazdıklarına ne bir ilave yapabilmiş ne de onlarda
önemli bir hata bulabilmiştir.”[7]
“Söz gelimi, sıradan bir kimseye, çıplak gözle bakıldığında pabuç büyüklüğünde
gösterilen güneşin yer küreden yaklaşık 170 kere daha büyük olduğu
söylendiğinde, o, bunun imkansız olduğunu söylemekle kalmaz aynı zamanda bunu
söyleyen kişinin rüya gördüğünü düşünür.”[13] Bunun için bilgiyi aktarmada
metotsuz olduğunu düşündüğü kelamcıları ve Gazali’yi kendi metotlarıyla
eleştirmiştir.
“Bu adamın durumu ne kadar
ilginç, insan fırtarından ne kadar farklı! Öyle ki; adeta ilahi inayet onu, biz
insan topluluğuna insan türünde en son yetkinliğin somut bir örneği olarak
ortaya çıkarmıştır. Bundan dolayı eskiler olan ‘el ilahi’ adını verirlerdi.”[8]
Gazali’nin etkisiyle felsefe,
sakıncalı ve müspet bir alan olarak görülmeye başlanmıştı. Bunun sonucunda
potansiyel olarak felsefe ile uğraşacak insanlar felsefeden uzaklaştı ve İslam
dünyasında felsefi ilerlemenin aşırı yavaşlamasına zemin oluştu. İbn Rüşd, bunu
aşmak için çabalamış ama bulunduğu zamanın yapısından dolayı çok sıkıntı
çekmiştir.
İbn Rüşd’e göre aklın etkin rol
oynamadığı bir din düşüncesi kabul edilebilir değildir. Felsefe ile din, onun
için sık sık gaye birliği içinde olduğundan biri diğerine muhtaç bilgi toplama
ve düşünme yöntemleridir. O, din ve felsefeyi aynı memeden süt emen iki süt
kardeşe benzetir.
İbn Rüşd -bu uğraşlara rağmen-
Kurtuba’da oğluyla ikindi namazı için mescide gidince mescitten kafirlik ve zındıklık
iddialarıyla atılmıştır ve düşünür bu olayı, ‘hayatının en üzücü olayı’ olarak
anlatır.[9]
Bu gibi olumsuz tepkilerin
yanında İbn Rüşdcülük (Averroism) akımının çıkmasını sağlamıştır.
İbn Rüşd, ilimleri konu ve gaye açısından
sınıflandırır. Ona göre var olan olgu ve olaylar, kendilerini konu edinen
ilimleri sınıflandıracak olan kişiye bunu yapması gerektiğini adeta dikte eder;
bir başka ifadeyle ilimleri birbirlerinden farklı kılan şey, ele aldıkları
konularla ilkelerinin birbirinden farklı olmasıdır. İlimlerin konusunu
oluşturan olgu ve olayların, var olması bakımından insanın iradesiyle ilgili
olanlar ile olmayanlar diye ikiye ayrılabileceği olan İbn Rüşd, ilimleri nazari
(kuramsal/teorik) ve ameli (eyleme dayalı/pratik) olarak ikiye ayırır.[10]
Nazari ve ameli ilimleri de kendi
içinde sınıflandıran İbn Rüşd, nazari ilimleri külli nazari ve cüzi nazari
olarak ikiye ayırır. Ona göre duyular olan ve olmayan şeylerin ortak ilkesi ve
özelliği konumunda bulunan var olanlar ile bunların özsel boyut ve uzantılarını
herhangi bir kayda bağlamaksızın mutlak anlamda ele alıp inceleyenler
(metafizik, diyalektik vs.) külli ilimler grubunu oluşturur, cüzi nazari
ilimler grubundakiler ise fizik ve matematik gibi alanlardır. Nazari ilimlerin
amacını ‘bilgi için bilgi’ olarak, ameli ilimlerin amacını da ‘hayal (amel)
için bilgi’ olarak açıklar ve ameli ilimlerin yaşanan hayatın/yapılan-yapılacak
olan uygulamaların gerekli kıldığı bilgileri sağladığı görüşündedir. Bunlarla
birlikte mantık ilmini de bu iki ilme yardımcı konumunda görür.[11]
Filozofa göre insanın hayattaki
amacı, insanı diğer canlılardan ayıran aklını kullanarak nazari ve ameli
doygunluğa ulaşmaktır.[12] Bunun nasıl yapılacağını da muhtelif eserlerinde
detaylıca açıklar.
İlimde bağnazlığa ve dogmatizme
yer olmadığını, objektif her türlü düşünce ve görüşe saygıyla yaklaşılması
gerektiğini savunan düşünür; ilim adamlarının ‘kadirbilir’ olması gerektiğini
söyler. Ayrıca gerçeğe ulaşanların bunu paylaşmasının gerektiği üzerinde durur
ve bunun sınırlarını da –tevil konusunda örneklendireceğim gibi- çizer. Bazı
konuların zeka ve bilgi olarak yetkinliği olmayan insanlara kapalı tutulması
gerektiğini aşağıdaki örnekle açıklar:
Ama onlarla arasındaki tartışma
körü körüne değildir ve ittifak oldukları noktalar da vardır. Örneğin Gazali de
Allah’ın kullarına ulaşamayacağı bir üslupla hitap etmediğini söyler, “eğer
öyle hitap etseydi kulların helak olmalarına sebep olurdu.” der.
İbn Rüşd’ün din ve felsefe
arasında kurduğu bağlantıyı detaylı incelemeden önce İbn Rüşd’ün fideist veya
taklidi imana sahip bir teist olmadığını belirtmekte fayda var. Hatta ‘Allah’ın
varlığı, ahiret hayatı’ gibi konularda aklın hiçbir rol oynamadığını
düşünenlerin ‘teemmül, tefekkür, tedebbür ve tezekkür etmeyi’ emreden Kur’an’ın
tutumuna muhalefet etmiş olduğunu düşünür. Bunun için peygamberlerin peygamber
olmasını sağlayan sıfatların mucizeler değil nitelikler olduğunu ve Allah’ın
varlığına dair kendi delillerini felsefi olarak açıklar. Bu gibi felsefi
kanıtlamalar dışında bazı konularda sunulan argümanlara –kendi düşüncelerine
uysa da- itiraz etmeyi bilmiştir, örneğin Tanrı’nın varlığına dair bazı
argümanları eleştirip kendi argümanlarının daha makul olduğunu belirtmiş ve
kendi argümanlarını aynı zamanda bazı Kur’an ayetleri ile desteklemiştir.
İbn
Rüşd’e Göre Felsefenin Dine Uygunluğu
İbn Rüşd, felsefenin dine
uygunluğunu göstermek için öncelikle kaynağı vahiy olan dinin nitelikleri ile
ilgili bazı soruların cevaplanması gerektiğini söyler. Bunun ardından aşağıda
belirtilen sorular üzerine sorgulamaya başlayıp bazı sonuçlara ulaşır:[14]
Soru
1: Vahiy kaynaklı din; insan aklının bir ürünü olan felsefeyi yasakları
mı, teşvik mi eder, ona karşı nötr müdür? Eğer teşvik ediyorsa tavsiye mi eder
yoksa gerekli mi kılar?
Filozofun
1. Soruya Yaklaşımı: Amaçları bir olan iki fenomenin, insanın ilmi ve
fıtri yetkinliğe ulaşmasında ilişkilerinin ereksel bir birliktelik bağlamında
ele almasıyla beraber, insanın Allah hakkındaki bilgisinin onun (insanın)
varlık hakkındaki bilgisiyle doğru orantılı olduğu kanaatindedir. Yani insan,
varlık hakkında ne kadar bilgi sahibi olursa Allah’ı da o derecede tanır.
“Varlığı
tanıma nasıl olacak? Varlığı ne türden bir yaklaşım ile tanıyacağız?” gibi
sorulara cevaben, “sebep-sonuç ilişkisi içerisinde varlığın idrak edilmesi ile
biz varlığı tanırız” fikrindedir ve bu fikir bizi rasyonel bir yaklaşımdan (en
nazar ül akli) başka bir şeye götürmemektedir. Hâl böyleyken yani varlığı
tanımada akli yaklaşımın varlığın tanınmasında kullanılmasının zorunluyken,
buna yönelik din temelli deliller ise akletmeye yönelten ayetlerdir. Bu ayetlerden bir kısmını dayanak noktası kabul
eden filozof, akıl etmeyi dinen vacip olarak görür.
Bunun yanında
felsefenin sadece akli kıyasa dayanmadığını, cebeli (diyalektik), hatabi
(retorik), muğaliti (sofistik) vs. kıyasları da barındırdığını söyler. Felsefe
ile uğraşmak isteyenlerin ise “felsefenin aleti” olarak nitelendirdiği mantık
ilmini öğrenmesi gerektirdiğini düşünür. Bununla beraber felsefe ve aletinin,
din açısından yararlı ve gerekli ilimler olduğuna işaret ederek bunların
gereksizliğinin savunusunu yapmanın akıl dışı bir yaklaşımdan ibaret olduğunu
ekler.
Soru
2: Felsefe alanında, daha önce İslam dinine mensup olmayanlar
tarafından ortaya konulmuş bulunan bilgi ile tecrübe birikiminden ve onların
kullandığı metotlardan yaralanmanın din açısından hükmü nedir?
Filozofun
2. Soruya Yaklaşımı: İbn Rüşd bu konuyu bir analoji kurarak açıklar:
“Nasıl ki
kurban kesmeye elverişli bir alet bulunduğunda onun bir Müslüman’a ya da bir
gayrimüslime ait olması önemli değilse, aynı şekilde akli kıyasın
gerçekleştirilmesini sağlayacak uygun bir metot, bilgi ve tecrübe mevcut ise
onun kimin geliştirdiğinin de hiçbir önemi yoktur.”
Ayrıca bu
bilgilerdeki hataların da düzeltilmesi ve hatalı bilgi üretenlerin yargılanmadan
mazur görülmesi gerektiğini söyleyerek bu konuyu detaylandırır.
Mantıken de bilginin
birikimli ilerlediğine dikkat çekerek öncekilerin bilgilerinin kullanılmasını
gerekli görür, hiç kimse bilgilerin tamamına hakim olabileceği bir hayata sahip
değildir ve öncekilerin ürettiklerini kullanmalıdır.
Soru
3: Eğer felsefenin kullandığı yöntem, dinin gerekli gördüğü bir bilgi
edinme yöntemiyse insanları bundan men edenlerin durumu ne olacaktır?
Filozofun
3. Soruya Yaklaşımı: Felsefeye ve mantığa yönelik böylesi bir
yaklaşımın Asrısaadet döneminde bulunmadığını, daha sonra ortaya çıkmış bidat
olduğunu söyler ve dinin felsefeyi yasakladığını iddia etmenin asılsız bir
iddiadan başka bir şey olmadığı fikrindedir. Çünkü bu yaklaşım başka ilimlerin
aynı gerekçe ile İslam dinine aykırı sayılmasını gerektirir ki böyle bir şey
mümkün değildir. İbn Rüşd; İslam dünyasında büyük çoğunluğun olumlu tavır
içerisinde olduğunu, diğer kesimin ise azınlıktan öteye geçmediğini
belirtmektedir.
Gazali’nin
iddia ettiği gibi bir takım insanların felsefe ile ilgilenmeleri yüzünden
yanlış yola ve inançlara saptıkları düşüncesi ile felsefeye karşı çıkmanın
doğru bir şey olmadığını belirten İbn Rüşd; bu tür durumların genel bir durum
olmadığını, bunun arızi bir durum olduğunu belirtir. Bunun sebeplerini de
belirten filozof; bu durum ile karşılaşılmasının nedenini, o kişinin yaratılış
gereği felsefi meseleleri anlayacak ve idrak edecek bir kabiliyetten yoksun
olmasından kaynaklandığı görüşündedir. İfade edilen nedenlere ilaveten; onun
için bu kişilerin bir takım şahsi eğilimlerin etkisinde kalması ve usta bir
öğreticinin bulunmaması, bu durumu mümkün kılmaktadır.
Özünde faydalı
ve gerekli olan felsefenin, belirtilen durumların mevcudiyetinden dolayı
kişinin zarar görmesiyle zararlı olduğu anlama gelemeyeceğini belirten
filozofumuz konuyu daha belirgin kılmak için şöyle bir analojiye başvurur:
“Bir kesimin,
halkın ayak takımından (erazil-i nas) bazılarının sırf felsefe ile
ilgilenmeleri yüzünden yoldan çıktıkları zannı ile felsefe kitaplarının
okunmasını yasaklamaları; tıpkı su içerken suyun boğazında düğümlenmesi sebebi
ile ölen kimselere bakarak susamış birisini tatlı ve soğuk su içmekten
alıkoyarak onun da ölümüne yol açmaları gibidir. Oysa suyun boğazda
düğümlenerek ölüme sebebiyet vermesi arızi bir durum olduğu hâlde susuzluktan
dolayı ölmek tabi ve kaçınılmaz bir durumdur.”[15]
Hatta gayesi
insanları ameli faziletlere ulaştırmak olan fıkıh ilmi ile uğraşan birçok
kimsenin tam tersine züht ve takva duygusundan uzaklaşarak dünya işlerine
alabildiğine daldıkları bilinmektedir. Buradan hareketle bu duruma fıkhın sebep
olduğunu söylemenin mümkün olmadığını vurgulayan filozof, aynı şeyin felsefe
için de geçerli olacağını ifade eder.
Soru
4: Şayet felsefe, dinin gerekli gördüğü bir disiplin ise bu gereklilik
herkesi mi yoksa belli şartları taşıyan kimseleri mi ilgilendirir?
Filozofun
4. Soruya Yaklaşımı: Arızi durumların yaşanmaması için felsefe ile
uğraşacak olan kişinin ehil olma şartlarına sahip, yaratılış ve zekâ bakımından
yetkin, ilim ve ahlak bakımından faziletlere sahip olup olmamasına bakılması
hususunu önemle vurgular. [16]
Bununla
beraber bu meziyetleri kendinde taşımayan kişiye felsefi problemlerden
bahsedilmemesi ve ehil olan kişinin de akli ilkeleri ve bunların yardımıyla
sonuç çıkarma yollarını öğrenmesinin gereğini ihtiyatla belirtir. Bunun yanında
İbn Rüşd için bu konulara hakim usta bir öğretici tarafından yol göstericiliğin
yapılması ve her şeyden önemlisi felsefi problemlerle ilgili tartışmaların ulu
orta yapılmaması hayati bir önem taşır. Çünkü bu yeterlilikleri taşımayan
kişilerin kapasitelerini aşan bir yükün altına sokulması hem onların yanlış
inançlara düşmesine neden olacak hem de zikredilen problemlerin yaşanmasına
zemin hazırlayacaktır.
Soru
5: Felsefe ve burhan yoluyla ulaşılan bir neticenin dini nasslarla
çelişmesi mümkün müdür? Mümkünse bu gibi durumlarda ne yapılması gerekir?
Filozofun
5. Soruya Yaklaşımı: Hatabi, cedeli ve burhani yöntemlerin üçünü de
kullanan dinin yapısından hareket eden filozof İbn Rüşd; her iki fenomenin (din
& felsefe) de hakikat konumunda olduğunu savunur.
“Hikmet, şeriatın
dostu ve aynı memeden süt emmiş kardeşidir.”[17] ve
“Hakikat
hakikate ters düşmez, aksine onu destekler.” der İbn Rüşd.
O, herhangi
bir ihtilaf söz konusu olduğunda nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini ise şu
şekilde izah etmeye çalışır:
‘Felsefenin ele
alıp incelediği ve hakkında hüküm verdiği bir konu hakkında din açısından üç
şey söz konusu olabilir; ya o meseleye ilişkin olarak din hiçbir şey
söylememiştir ya bu hususta felsefenin ortaya koyduğu hüküm ile dinin
belirlediği uyum (mutabakat) hâlindedir ya da felsefi araştırma ve burhanın
gerektirdiği sonuçlar arızi bir takım sebeplerle kimi insanlara ilk bakışta
dini nasslarla bir uyum içerisinde değilmiş gibi gelebilir. Birinci durumda
yani dinin herhangi bir açıklama getirmediği bir konuda felsefenin verdiği
hüküm, fıkıhların şer-i kıyas yöntemiyle ortaya koydukları hukuki hükümler
mesabesinde olup kabul edilmesi gerekir. İkinci durumda, din ve felsefe
arasında zaten uyum bulunduğu için, hiçbir problem yok demektir. Üçüncü durumda
ise filozofa göre, din ile felsefenin birbirleriyle uzlaştırılması gerekir ki
bu da tevili (görünür anlamdan farklı yorumlama) kaçınılmaz ve zorunlu
kılmaktadır.’
İbn
Rüşd’de Felsefe ve Dinin Konsensüsü
Her nassın açık anlamıyla kabul
edilmesi kadar her nassın tevil edilerek dinin adeta herkes tarafından
anlaşılamayan gizli bilgiler bütünü olarak algılanmasına yol açacak bir
yaklaşımın da yanlış olduğu düşüncesinde olan İbn Rüşd; tevil edilemeyecek
ayetlerin yanında dinin, tevile imkan tanıdığını hatta teşvik ettiğini
belirtir.
Filozof, tevil işine yönelme
gayesinde olan ehil kişilerin dini metinlerin iç (batın) ve dış/görünür (zahir)
anlamlarının olduğunu bilmelerini ve bunu da göz önünde bulundurmalarını
ister.[18]
Birden fazla anlamı olan nasslara
“müteşabih (benzeşen, benzer, eş anlamlı, birden çok anlamlı, yoruma açık
anlamlı, benzetmelerle anlamları açık ve anlaşılır olan.[19])” denilmektedir.
“Bu Kitap'ı sana indiren O'dur.
O'nun bir kısım ayetleri muhkemdir (kesin, açık, yalın) ki bunlar Kitap'ın
anasıdır. Bir kısım ayetler de muteşabihtir. Böyleyken kalbinde eğrilik
bulunanlar, fitne çıkarmak ve kendi anlayışlarına uydurmak için muteşabih
ayetlere yönelirler. Oysa onun te'vilini ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş
olanlar: "Biz O'na iman ettik, bütün ayetler Rabb'imizdendir."
derler. Bunu ancak selim akıl sahibi olanlar düşünüp öğüt alır.” (Kur’an
3:7)[20]
İbn Rüşd’e göre ruhun (nefs)
mahiyetinin bilinmesi gibi bütün insanların mutluluğu ile doğrudan ilgili
olmayan konularda halk bu tür meselelerin peşine düşmekten men edilmeli ve bu
sayede onların gereksiz yere sıkıntıya girmeleri, bilgi ve iman yönünden
tehlikeye düşmeleri önlenmelidir. Bir diğer husus burhan ehli seviyesinde
bulunanların tevil etmeleri gereken, aksi halde onları küfür tehlikesiyle karşı
karşıya bırakacak türdeki nasslardır. Bu tür nassların burhan ehli dışında
kalanlarca açık anlamlarının (zahiri) dikkate alınmasını ve kesinlikle tevile
kalkışılmaması gereği üzerinde duran düşünür, aksi hâlde bu kişilerin
üstesinden gelemeyecekleri bir şeye kalkışarak haddi aşmalarından dolayı küfür
tehlikesinin söz konusu olabileceğini söyler. İbn Rüşd’ün anlayışına göre
Kur’an çıkarımın değil, çıkarım Kur’an’ın hizmetinde olmalıdır –yani düşünüş ilk
adımdır ve doğru sonuçlar zaten ilahi vahye uygun olacaktır-. Yine ona göre
Allah, Kur’an’da hem entelektüellerin hem de sıradan insanların rahatlıkla
anlayabileceği bir dil kullanmıştır ama bu durum herkesin Kur’an’da aynı şeyi
anlaması gerektiği anlamına gelmez.
Yine filozofa göre, insanlardan
bir kısmı muhayyilelerine (imgelem) dayanmadan bir şeyi tasdik etme
kabiliyetine sahip olmazlar yani onlar bir şeyi sadece tahayyül ettikleri şey
yönünden ve hissi bir biçimde idrak ve tasdik ederler. İşte bu nitelikteki
kimselerin muhayyel şeyle ilişkili olmayan bir varlığı (daha doğrusu duyu
organları ile bilinen maddi varlıktan başkasını) tasdik etmeleri kolay kolay
gerçekleşmez. Bunun için burhan ehlinin tevil ettiği nasslardan yetkin insanlar
dışındakilerin haberlerinin olmamasının, ilmi seviyeden mahrum olan kişilere bu
nassların ya müteşabih olduğu ve herkes tarafından kavranmayacağı
söylenilmesinin ya da anlayabilecekleri basitliğe indirgenerek açıklanmasının
gereği üzerinde önemle durur.
Kur’an’daki ayetleri kimlerin
tevil etme hakkına sahip olduğuyla ilgili olarak İbn Rüşd, yukarıda verdiğim
ayette geçen “…Oysa onun te'vilini ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş
olanlar: ‘Biz O'na iman ettik, bütün ayetler Rabb'imizdendir.’ Derler...” ifadesinden
hareketle Allah’ın bu yetki ve sorumluluğu, yalnızca Allah’ın bildiği tevili
kavrayabilecek olan ‘ilimde derinleşenler’e yani rasihuna verdiği sonucuna
ulaşır.
Bu yorumlamaların avama
açıklanmasını, cahil/zeka yönünden eksik insanları yanlışa götüreceği için,
yanlış bulur. Bunun dışında, filozoftan gelen zararların da felsefe tahsil
edenlerin ahlaki fazilete ve dürüstlüğe sahip olmamaları ile felsefeyi metotsuz
bir şekilde öğrenmelerinden kaynaklandığını düşünür.
İbn Rüşd, avama bunların
açıklanmamasının yanında havastan (üstün kimselerin oluşturduğu sınıf) ‘Allah
hakkında bilgi sahibi olma ehliyetinin’ alınmasının büyük bir zülüm ve
haksızlık olacağı düşüncesindedir. Nitekim Lokman suresinin, “Vaktiyle Lokman
oğluna öğüt vererek: ‘Ey yavrucuğum! Allah'a şirk koşma, kuşkusuz şirk koşmak
çok büyük bir zulümdür.[21]’” ayetinde geçen şirkin; neden en büyük zulüm
olduğuyla ilgili olarak İbn Rüşd, “Bir varlık ne kadar büyük olur ise o varlık
hakkında bilgisiz olmak, o varlık için o ölçüde haksızlık olur.”[22] şeklinde
görüş beyan etmiştir. Böylece en üstün ve en büyük varlık Allah olduğu için,
onu tanımamakta en büyük haksızlık olur. Bundan dolayı en büyük varlık olan
Allah hakkında bilgi sahibi olmak isteyen rasihun konumunda olan şahısları
bundan mahrum etmek büyük bir haksızlık olur.[23]
Ehil olan birinin tevil konusunda
yaptığı hatanın hükmünü ise, tevil edilen nassın niteliği belirtmektedir. Bunu
şu şekilde açıklayabiliriz, gerek muhteva (içerik) gerekse ifade ve üslup
açısından hem hatabi ve cedeli hem de burhani (kesin öncüller ve kesin sonuçlar
içeren kıyas) yolla anlaşılmaya elverişli olan dolayısıyla da tevil edilmesine
hiç lüzum bulunmayan nassları tevile kalmak hatadır ve bunu yapan kişinin mazur
görülmesi mümkün değildir. İbn Rüşd’e göre, anlaşılması çok zor olan meselenin
tevilinde ve yorumunda ihtilafa düşenleri ise ya isabet ettikleri için ecir ve
sevap alan ve yahut da samimi bir çaba sarf ettikleri hâlde hata eden fakat
mazur görülen kimselere benzetiyor.[24] Konuyla ilgili filozof, “Nefste meydana
gelen bir delil sebebiyle bir şeyi tasdik ve kabul etmek zaruridir, ihtiyari
değildir. Yani kalkmak ve kalkmamak elimizde olduğu gibi, bu gibi şeyleri
tasdik etmek veya etmemek elimizde olan iradeli bir şeydir. Teklifte ve
sorumlulukta iradenin var olması şart olduğuna göre, ilim ehlinden olmak
şartıyla, esas itibari ile tasdikçi bir durumunda bulunan bir kimsenin,
kendisine arız olan bir şüphe ve tereddüt sebebiyle düştüğü hata mazur görülen
bir hatadır.” der.[25] Bundan dolayı Muhammed peygamberin “Hâkim içtihat eder
de isabet kaydederse iki ecir (sevap/manevi karşılık), hata ederse bir ecir
alır.”[26] hadisine de düşüncelerini dini açıdan temellendirmek veya anlaşılır
kılmak için başvurur İbn Rüşd.
Özcesi, anlaşılması güç olan eşya
üzerinde düşünen alimlerin yapmış olduğu hatalar affedilir cinsten olup onları
eşya (mevcudat) üzerinde düşünmekle mükellef kılan da şeriattır.[27] Bunun
yanında böyle meziyetlere sahip olmaktan yoksun kimselerin bu konuda hüküm
vermesinden dolayı vaki olacak hataların ise affedilmeyecek türden bir hata
olacağını belirtir. Bunu ehliyetli bir hekimin tıpta yanılmasının maruz
görülmesiyle örneklendirir.
Prosedürü bir kenara bırakırsak;
İbn Rüşd’ün din ve felsefe arasındaki birleştiriciliği, dini sorunlarla Yunan
felsefesi sorunlarını birleştirmekten çok -İbn Rüşd ve Din-Felsefe İlişkisine
Eklemeler başlığının ilk paragrafında değineceğim üzere- aklın karakteri ile
dinin karakteri arasındaki bir birleştirmedir.[D]
«İbn Rüşd bu uzlaştırmayı
Aristo’nun mantık kuramıyla temellendirmeye ve bütünleştirmeye çalışır. Ona
göre mantık ile duyular, tikel varlıkların bilgisinden soyut gerçeklere doğru
yükselme aracıdır. İnsanlarda bulunan merak ve hayret duygusunun sevindirici
olduğunu belirten İbn Rüşd’e göre bu duygu sayesinde akıl, gerçeği kavrayıp
doğru yol almaktadır. İnsandaki sujenin ‘nefs’ denilen ruh olduğunu ifade eden
İbn Rüşd, bilgi edinmenin yolu olarak duyular ve akıl yolunu görmektedir.
Hayvanlar ile insanların bilgi edinme şeklini birbirinden ayıran İbn Rüşd’e
göre hayvanlar bilgiyi duyu ve muhayyile (imgelem) yoluyla, insan ise akılla
edinir. Duyularla tikel bilgiye, akılla da tümel bilgilere ulaşılır. Burada
gerçek bilgi tümel olandır. Bilgi; ne sadece duyulara ne de sadece akla
dayanır, duyu verilerinin akıl yoluyla işlenmesi sonucu ortaya çıkar.»[E]
Hayvanlarla insan arasındaki
bilgi edinme farkını ele alırken Tanrı ile insan bilgisini de birbirinden
ayırır. Ona göre insanın nesneleri algılarken kullandığı aracılardan (akıl ve
duyular) dolayı algılanan şey değiştikçe beraberinde insanın algılarının çıktı
verdiği bilgi de değişir ve nesnelerin çokluğu, algıların da çokluğu anlamına
gelir. İnsan; bilgi nesnesini algıladığında önce onu maddeden soyutlar, sonra
onu başka algılarıyla birleştirir ve nihai olarak da doğru/yanlış bir yargıya
varır. Fakat Tanrı’nın bilgisi bizimkiyle benzerlik göstermez, çünkü bizim
bilgilerimiz fiziki alemde olan şeylerin etkisiyle oluşur; Tanrı’nın bilgisiyse
var olanların sebebi olduğundan Tanrı’nın bilgisinin fiziki alemden etkilenmesinin
mümkünatı yoktur, bilakis sürekli etkin durumdadır. Bizim bilgimizin nedeni
olan var olanlar, Tanrı’nın nedeniyle var olurlar.
İbn
Rüşd’ün Din Anlayışı
İbn Rüşd, burhana olan
yaklaşımından dolayı “Kur’an’dan getirdiği delillerle felsefeye olan bakışı
sorgulanan” ve “felsefeye yüklediği anlamlar ile Kur’an’ı ve hadisi birer
felsefi metne dönüştürdüğüne yönelik eleştirilen” bir filozof olmuştur. Fakat
bu eleştirilerin hiç de doğru olmadığını ve ortamın doğal sonucu çıkan
eleştiriler olduğunu söyleyebiliriz. Muhammed Yusuf Musa da böyle düşünüp
şunları söylüyor:
“İbn Rüşd’ün amacı; Kur’an’ı ve
hadisi birer felsefi metne dönüştürmek, Yahudi ve Hristiyan filozoflar gibi
davranmak, Philon gibi kıssaları mitolojiden kurtarayım derken onları büsbütün
iğdiş edip özlerini değiştirmek, Mutezile gibi doktrinini Kur’an’a dayandırmak
için nassı zorlamak tevil işinde Sufiler ve Şiiler gibi ölçüyü kaçırmak
değildi. Onun asıl doktrini, Kur’an’da ve hadiste avamın anlamaya güç
yetirmediği bir takım içeriklerin olduğunu ve bunları tevil ile ancak
filozofların anlayabilecekleri düşüncesine dayandırıyordu. O; avama, bu
anlamların zahir ifadelerini aşmalarını şart koştu ve batın anlamlarını kavrama
işini havassın görevi saydı. İbn Rüşd kendi görüşlerine Kur’an-ı Kerim’den
dayanaklar bulduğuna inanıyordu. Ancak Hristiyan filozoflar gibi, çok azı
hariç, lahuti (tanrısal) felsefeyi kutsal metinle temellendirme yerine o;
felsefi görüşlerini mantıksal bir temele oturtuyordu, Gazali ile asıl
arasındaki tartışma konusu da buydu. İkisi de havas ve avam ayrımı yapıyordu
ama havas üzerinde anlaşamıyorlardı.”[28]
Kelamcılarla ayrıştığı, belki de en önemli konu Kur’an’ı herkesin aynı şekilde anlayıp anlamaması gerektiğiydi.
İbn Rüşd’e göre havas ile avamın Kur’an’ı aynı şekilde anlayabilmesi ne mümkün
ne de Kur’an’ın ruhu ve amacına uygundur ama düşünürümüz, kelamcıların
Kur’an’dan herkesin aynı şeyi anlamaları gerektiğini iddia ettiğini düşünür.
Hatta kelamcılar kimi zaman aşırıya giderek kendilerinin çıkardıklarından
farklı anlamlar çıkaranları tekfir eder ya da bidatçılıkla suçlarlardı.
“Rabb'inin yoluna, hikmetle ve
iyiliği öğütleyerek çağır. Onlarla en iyi şekilde mücadele et. Rabb'in, kendi
yolundan sapanları bilir. O doğru yolda olanları da bilir.” (Kur’an 16:125)[29]
Bu ayetteki ‘hikmetle ve iyiliği
öğütleyerek’ yöntemini –özellikle ‘hikmet’in manasından yola çıkarak- İbn Rüşd
felsefe olarak görür ve kendi düşüncelerini bu ayetle destekler.
İbn Rüşd ve Din-Felsefe İlişkisine Eklemeler
«İbn Rüşd, din-felsefe ilişkileri
hususuyla özel olarak ilgilenmiş ve konuyla ilgili olarak eserler yazmıştır. O;
problemi ele alırken din ile felsefeyi gaye, konu, metot ve kaynak açısından
karşılaştırıp aralarındaki ilişkiyi izah etmeye çalışmıştır. İbn Rüşd’ün din
felsefesi, onun umumi felsefesinin bir devamıdır. Onun umumi felsefesini
bilmeden din hakkındaki fikir ve kanaatlerini doğru olarak değerlendirmek çok
zordur. Akla ve gerçeğe bu kadar çok bağlı olan İbn Rüşd’ün hemen hemen hiçbir
akli temele dayanmayan, ilmi esaslara istinat etmeyen ve realiteden uzak olan
kendinden önceki kelamcılarla mutasavvıfların görüşlerine hayal ve vehim nazarı
ile bakmasına şaşırmamak gerekir. Çünkü Allah’ın ahirette görülmesi meselesi
üzerine kelamcıların Allah’ın baştaki gözle görüleceğine yönelik görüşlerini
“Allah hem cisim olmayacak, hem bir cihette bulunmayacak; hem de baştaki gözle
görülecek, bu görüş aklın almayacağı bir şeydir.”[30] diyerek karşı çıkar. Onun
bu yaklaşımı aklın etkin rol almadığı bir din düşüncesinin kabul edilebilir bir
şey olmamasından kaynaklanır. İbn Rüşd, kelamcılara şiddetle hücum etmeyi görev
bilmiştir. Çünkü ona göre kelamcılar, tamamıyla bid’at olan bir takım hayali
te’viller ortaya atarak şeriata da hikmete de zarar vermişler, dini ve ilmi de
çıkmaza sokmuşlar ve netice olarak insanın hem kalbini hem de kafasını
bozmuşlar. Bundan dolayıdır ki İbn Rüşd, kelamcıların tutmuş oldukları yolu
bizzat dinin kendisine de akla da, ilme de tabiata da aykırı görüp, İslam da
beşeri hislerin ve düşüncenin bozulma sebebi ve sorumlusu olarak kelamcıları
görmüştür.»[31]
Aslında tevil konusundaki
uyarılarından çıkarılsa da filozofun din ve felsefeyi uzlaştırırken birini
tümüyle diğerinin yerine koymadığını tekrar belirtmekte fayda olduğunu
düşünüyorum. İbn Rüşd ikisini yöntem, (genel) gaye gibi bakımlardan
uzlaştırırken dinin bazı dogmatik hükümlerinin asla tevil edemeyeceğini de
söyler. Örneğin felsefe ile tecavüzün savunması, yaygın olmasa da, yapılabilir
fakat bunu din için yapmak tevili eline yüzüne bulaştırmak ve -ehliyetsiz
birisi yapıyorsa- büyük bir günah işlemektir.
Zaten filozofun bu amaçta uğraş
verirken karşılaştığı ciddi sorunlardan birisi de ehliyetsiz insanların yaptığı
yanlış teviller sonucu dine sokulan yanlışlardır, din ile felsefeyi
uzlaştırırken aynı zamanda bu yanlışlarla çatışmak zorunda kalmıştır. Bunun
için tevil edilebilirlik açısından ayetleri üç sınıfa ayrışmış ve tevil
edilebilir olan ayetleri de tevil etme yetkisini üst sınıfa tanımıştır. Ayrıca
tevil yapılırken ayetin ve Kur’an’ın bütünsel bağlamı dikkate alarak yapılması
gerektiğine dikkat çeker.
İleri okuma için İbn Rüşd’ün ilk bölümünde felsefenin din
karşısındaki konumunu, ikinci bölümünde dinin felsefe karşısındaki konumunu
açıkladığı Faslu'l-Makal el-Keşfan minhaci'l-edille (Felsefe - Din İlişkileri)
kitabı okunabilir.
Ekstra:
Din ve Diğer İlimlerin Çatışma Sebebine Dair Galileo Örneği[31]
Galileo, ortaya koyduğu
bilgilerle Kitab-ı Mukaddes’in çelişmediğini sık sık dile getirse de bir
kesimin Galileo’yu bu konuda yargılaması günümüzde genel bir çatışma olduğu
illüzyonuna sebep olmuştur. Fakat bu olayları incelemek için arka planındaki
sebepleri incelemek gerekiyor, örneğin Galileo’nun bazı çalışmalarına Medici hanedanından
kimi insanların isimlerini vermesi sonucunda diğer hanedanların bunu sineye
çekememesiyle ciddi bir gerilim oluşmuş ve bu gerilim, yerleşebileceği en uygun
yerlere yerleşip kolayca büyümüştür.
Bu tür çatışmaların olduğu
yanılgısının en büyük sebebi de bir otoritenin o konudaki tek otorite olduğunu
düşünme eğilimidir, örneğin engizisyonu dinin temsilcisi kabul etmek böyle bir
çatışma olduğu izlenimi verebilir. Aslında engizisyon, Katolik kilisesini
temsil etmekte ve aldığı kararlar bütün Hristiyan alemini –hatta bütün Katolikleri
bile- kesin olarak bağlamamaktadır.
Engizisyonun aksine aklı başında
birçok kilise mensubu Galileo’nun tarafını tuttu; hatta Dominiken mezhebin
ileri gelenlerinden Peder Maraffi, Galileo karşıtı Caccini’nin öfkeli çıkışları
için Galileo’dan özür diledi. Roma’da en titiz rahiplerin birçoğu etkilenmemiş
görünüyor ve Galileo’nun eserlerini ilgiyle okuyorlardı. Hatta bazıları bu
yazıların kanıtlanmış gerçekler olarak sonunda kabul göreceği kanısındaydılar.
Bağnaz kesimin çıkarcılar ve
gölgede kalmak zoruna gidenlerce tetiklenmesi sonucunda Galileo, Castelli’ye yazdığı
mektubu genişletip Grandüşes Christina’ya gönderdi.
Yazıda, bir bilimci ve gerçek bir
Katolik olarak konumunu açıkladıktan sonra asıl konuya geliyor; tema olarak
Kitab-ı Mukaddes’in ‘heavens’ı (gökleri) açıklamak için değil insanları
‘heavens’a (cennetlere) ulaştırmak için geldiğini belirtiyordu. Galileo’nun bu
çabaları başarıya ulaşmış gibi görünüyor, hatta Roma’da Galileo’yu yeren Caccini’nin
özür dilemesi isteniyordu.
Fakat otorite sahiplerinin, sırf
otoriteye sahip olduklarından, Galileo’nun yargılanmasını sağlamaları sonucunda
Galileo’nun Roma’dan ayrılması sağlandı. Roma’da dört ay daha oyalanan bilim
adamını ayrılmadan önce Papa V. Paul kabul etti, ne Papa’nın ne de üst düzey
kilise mensuplarının Galileo’ya karşı kötü niyetleri yoktu.
Kilisenin bu tavırlarına karşın
Galileo yine de kovuşturmadan korkuyordu. Bu sıkıntısını Papa V. Paul ile
yaptığı görüşmede dile getirdi ve ne Papa’nın ne de Kutsal Divan’ın, Galileo’nun
aleyhindeki söylentilere kulak asmayacağı konusunda güvence aldı.
Sonradan Papa olan Papa Urban’ın,
eğer kendisi 1616’da Papa olsaydı Galileo’ya yasaklama cezasını vermeyecek
olduğunu söylemesi ve kendisinin üst düzey dostlarının olmasına güvenerek
Galileo “Büyük Dünya Sistemleri Konusunda Diyalog” kitabını yayımlatmak için
Roma’ya döndü. Castelli, Ricardi ve Papa; hepsi de onu çok sıcak karşıladılar.
Kitabının örneği okundu, minik değişiklikler yapılarak onaylandı. Hatta Papa,
kitaba bir önsöz ve bir sonuç bölümünü dikte ederek yazdırmıştı ve karşıt kesim
tamamen susturulmuş sayılırdı. Tam bu sırada Galileo’nun arkadaşı ve devletin
baş sansürcüsü olan Riccardi, metnin zararsız olmadığını ve kendisinin de suç
ortağı sayılabileceğini düşünerek verdiği onayı geri çekti. Bunun sonucunda
önsöz ve sonuç bölümlerini alıkoydu, kitabın da basılması engellemiş oldu.
Devletin baş sansürcüsünün izin vermediği kitabı kilise sansürcülerine sunan
Galileo; oradan onay alıp kitabı önsöz ve sonuçla beraber, geç de olsa,
yayımladı.
Galileo’nun sonradan yargılanma
sebebi ise kutsal kitaba uygunsuz davranması değil, daha önce mahkemeye verdiği
“teorilerde ısrarcı olmama” sözünü çiğnemesiydi. Yargı sonrasında da evinde
çalışmalarını sürdürmesine olanak sağlandı ve hapsedilmedi. Hatta sonrasında
çıkardığı “Söylevler” eseri Katolik kilisesinin yetki sınırlarının dışında
kalan Protestan Hollanda’da güvence içinde basıldı.
Sözün özü; bir fikrin özel bir
bölümünü temsil eden herhangi bir otoritenin farklı bir fikirle çatışması, ilk
fikrin çatışması anlamına gelmez. Galileo ile anlaşamayan engizisyon, ne
Hristiyanlık dinini ne de Katolik mezhebinin herkesçe kabul gören otoritesidir;
yukarıda verdiğim bazı örneklerle de bunu açıklamaya çalıştım.
Bu yazıdaki bütün durumların
günümüzde de mevcut olması üzücüdür, yazıyı biraz da bu gözle okumak gerekiyor.
Bu başlık özelinde Diyanet’in, Türkiye için İslam’ın kabul gören otoritesi
olarak görülmesi hatasını örnek verebilirim.
KAYNAKÇA:
A: Düşünce Tarihi (1992), Orhan
Hançerlioğlu, s.41-42.
B: İbni Haldun'un İlim ve Fikir
Dünyası (1997), Doç. Dr. Ahmet Arslan, s.248.
C: İbni Haldun'un İlim ve Fikir
Dünyası (1997), Doç. Dr. Ahmet Arslan, s.250.
D: İslam Düşüncesinin İlahi Yönü
(1992), Muhammed El-Behiy, s.41-42.
E: ‘İbn Rüşd’de Din Felsefe
İlişkisi’ tezi, Mehmet Sadık SÜRMELİ, s.21-22.
1: Din Sosyolojisi (2005), Prof.
Dr. Ünver Günay, s. 212-213.
2: Cavit Sunar’ın ‘Din Nedir?’
yazısı.
3: Mantıksal Teizm’in “Din
Felsefesine Giriş” yazısından alıntı.
Asli kaynak: Akıl ve İnanç: Din Felsefesine Giriş, Michael Peterson ve
mütenevvi yazarlar.
4: Günümüzde Felsefe
Disiplinleri, Alwin Diemer. (1990) Doğan Özlem çevirisi, s.17.
5: Felsefi Risaleler, Kindi.
(2002) Mahmut Kaya çevirisi.
6: Tehâfütü'l-Felâsife, Gazali. (1981)
Bekir Karlığa çevirisi, s.50.
7: To Save the Phenomena: An
Essay on the Idea of Physical Theory from Plato to Galileo, Pierre Duhem ve
çeşitli yazarlar (1969), s. 11.
8: Telhîsu Kitâbi'l-Kıyâs.
9: el-Muʿcib fî telḫîṣi aḫbâri’l-Maġrib,
Abdülvâhid el-Merrâküşî (1988), s.242-243.
Türkçe’ye nakleden: İbn Rüşd Felsefesi, Prof.Dr. Hüseyin SARIOĞLU (2003), s.19.
10: Telhîsü's-Siyase li Eflâtûn,
İbn Rüşd (1998), s.64-65.
11: ‘İbn Rüşd’de Din-Felsefe
İlişkisi’ tezi, Mahir GÜL, s.26.
12: el-Keşf, İbn Rüşd.
13: İbn Rüşd’ün yazdığı, Süleyman
Uludağ’ın hazırladığı “Felsefe - Din İlişkileri (Faslu'l-Makal el-Keşfan
minhaci'l-edille)” (2004), s.83.
14: ‘İbn Rüşd’de Din-Felsefe
İlişkisi’ tezi, Mahir GÜL, s.31.
15: İbn Rüşd’ün yazdığı, Süleyman
Uludağ’ın hazırladığı “Felsefe - Din İlişkileri (Faslu'l-Makal el-Keşfan
minhaci'l-edille)” (2004), s.85.
16: Tehafüt’ün 2.cildi, s.551-552.
17: İbn Rüşd’ün yazdığı, Süleyman
Uludağ’ın hazırladığı “Felsefe - Din İlişkileri (Faslu'l-Makal el-Keşfan
minhaci'l-edille)” (2004), s.125.
18: İbn Rüşd’ün yazdığı, Süleyman
Uludağ’ın hazırladığı “Felsefe - Din İlişkileri (Faslu'l-Makal el-Keşfan
minhaci'l-edille)” (2004), s.89-90.
19 & 20: Kerim Kur'an isimli
Erhan Aktaş’ın Kur’an meali, 3:7.
21: Kerim Kur'an isimli Erhan Aktaş’ın Kur’an
meali, 31:13.
22-23: İbn Rüşd’ün yazdığı,
Süleyman Uludağ’ın hazırladığı “Felsefe - Din İlişkileri (Faslu'l-Makal el-Keşfan
minhaci'l-edille)” (2004), s.112.
24-25: İbn Rüşd’ün yazdığı,
Süleyman Uludağ’ın hazırladığı “Felsefe - Din İlişkileri (Faslu'l-Makal
el-Keşfan minhaci'l-edille)” (2004), s.102.
26: Buhari,
İ'tisam, 21; Müslim, Akdiye 6.
27: İbn Rüşd’ün yazdığı, Süleyman
Uludağ’ın hazırladığı “Felsefe - Din İlişkileri (Faslu'l-Makal el-Keşfan
minhaci'l-edille)” (2004), s.102.
28: Beyne’d-dîn
ve’l-felsefe fî reʾyi İbn Rüşd ve felâsifeti’l-ʿaṣri’l-vasîṭ, Muhammed Yusuf
Musa (1988), s.143.
29: Kerim
Kur'an isimli Erhan Aktaş’ın Kur’an meali, 16:125.
30: İbn Rüşd’ün yazdığı, Süleyman
Uludağ’ın hazırladığı “Felsefe - Din İlişkileri (Faslu'l-Makal el-Keşfan
minhaci'l-edille)” (2004), s.27.
31: Başlıkta bahsedilen konuların
çoğu William Bixby’in kaleme aldığı “Galileo ve Newton’un Evreni” kitabının
“Galileo’nun Günahı” bölümünden alınmıştır.
Eline sağlık çok güzel bir yazı
YanıtlaSilMükemmel yazı olmuş
YanıtlaSil